Herkese merhaba. Benim hikâyem, buradaki hikâyelerin formatından farklı ama yine de özünde başörtümü örtmem ile açılmam arasındaki süreci anlattım. Maruz kaldığım sözlü tacizlerden, kırıcı yakıştırmalardan da bahsettim. Benim savaşım kendimleydi; kendimi bulmakta gecikmem hatta ertelememle alakalıydı.
13 yaşımda kapanmaya kalkıştığımda ailem karşı çıkmıştı, “Daha küçüksün, gençliğini yaşa” demişlerdi. Haklılardı. Ama çocukluk işte, inat edip bir merak uğruna kapanmıştım. Kapanmanın ne demek olduğunu bilmiyordum, bana farklı gelmişti. 2010 Türkiyesi’nde başörtüsü çok popüler değildi, yeni yeni yayılmaya başlıyordu. Çevremde kapanan birkaç kişi vardı ve çocukluğumdan beri Kur’an kurslarına gitmek, din mevzularını öğrenmek hep ilgimi çekmişti. Liseye geçerken kapalı olduğum ve kapalı okumak istediğim için İmam Hatip’e başladım. O zamanlar başörtüsü düz liselerde yasak olmasaydı düz liseye giderdim ve hayata farklı bir şekilde bakardım. Ama kısmet böyleymiş, İmam Hatip’e gitmek kendimi keşfetmemi 6 yıl geciktirdi.
Lisedeki ilk yılım hezimetti. Dersler çok ağır gelse de sınıfı geçebildim. Yeni girdiğim ergenliğimde ilk aşkımı deneyimledim, kadınlığımı keşfetmeye başladım. Ara sıra açılıp kadınlığımı göstermek istediysem de kafamın içindeki bu sesi hep susturdum. Sonraki sene ise aşkımın ıstırabı, beni kaçabileceğim tek yön olan dine daha çok yönlendirdi. Çünkü orada sığınabileceğim ve sevebileceğim biri vardı. Bana öğretilen buydu. O zamanlar bir öğretmenim zihnimde ışık yakmayı denemişti ama maalesef onu çok uzun süre sonra kullanmak için arkalara attım. Benim değer verdiğim daha önemli şeyler vardı. Dinim ve onu temsil eden örtüm… Önce pardösü giydim, sonra ferace giydim, sonra uzun siyah başörtüsü taktım… Kur’an’ı okuyup sorgulamadan içimdeki boşluğu onunla doldurdum. Etrafımdakiler ne söylediyse ona göre hayatımı şekillendirdim, mutlak doğru olarak kabul ettim. Öyle itaatkardım ki kendimden küçük kızlara din dersi bile veriyordum. Kendimce çok mutluydum. Arkadaş çevremden takdir görürken akrabalarım ve komşularım tarafından aşağılanıyordum. Benim için “17 yaşında kız siyahlara bürünmüş, Arap gibi olmuş” demişlerdi. Annem, “Bu yaşında kendini sofu yaptın” demişti, dayım ise “Babaanne gibi olmuşsun” demişti. O cümleler kalbimi o kadar kırıyordu ki günlerce ağlardım. Yapılan bu eleştiriler beni dine daha çok bağladı. Tesettürü aileme bir başkaldırı yolu olarak seçtim ve bağlandıkça bağlandım.
Bir şekilde üniversiteyi kazanabilmiştim. Şehir dışına gidip yapayalnız kalınca lisede yaşadığım ortama ait olma hissiyatından uzaklaşmış ve farklı hayatlar tanımıştım. İşte o zamanda kafamın içine hapsedip görmezlikten geldiğim duygularım ile öteki ben ortaya çıktı. Ergenliğe girdiğimden beri bastırdığım kendimi keşfetmeye başladım. Bir tarafta uzun süredir aklını, kalbini, bedenini hapsetmiş ben; diğer tarafta özgürce giyinip konuşabilen, sevebilen, gezebilen ben vardı. Ben o çatışmaların ortasındayken hayatıma biri girdi. Hani sevdiğiniz size ayna olur, derler ya. Onda eski halimi görüyordum. O sebeple özgür tarafımla çok çatışırlardı. Her şeye rağmen onu deli gibi seviyordum, sarılıp öpmek istiyordum fakat diğer yanım “Sen feraceli Müslüman kızsın, yapamazsın, haram” diyordu. Yine kendimi bastırıyordum. Onunla konuşunca haram olduğu için vicdan azabı çekiyordum. Konuşmayınca da kalbim acı çekiyordu. Bir süre sonra bu ikileme dayanamayıp onu terk ettim. O süreçte okulu bırakıp başka bir bölüm okumaya karar verdim. Tabii istediğim bölüm daha önce başörtüsü yüzünden gidemeyip içimde kalan bölümdü. Okulu bıraktığım için çalışmak zorunda kalınca yavaş yavaş önce uzun siyah başörtüm, sonra feracem çıktı. Sonra da yeni okulumu kazanana kadar şallı ve pantolonlu bir kapalı olarak devam ettim. Beni o süreçte öyle görenler şaşkına dönüyordu. Öyle sofu bir kız nasıl değişebilir, diyorlardı. Kimseyi umursamıyordum, içimdeki savaşın vahameti beni yeterince yoruyordu. Her şeyi salmıştım, peşinde süründüğüm dinim bir hiç olmuştu ama hâlâ ikna olmadığım için Müslüman olduğumu söylemeye devam ediyordum. Olanlardan dolayı Allah’a çok kızgındım. Hem beni sevme-sevilme isteği içinde yaratmış hem de sevgimi yaşamamı haram kılmıştı.
Üniversite sınavına tekrar hazırlanırken kardeşim bana dini sorgulama içeren bir tweet göstermişti. Tweet’te Muhammed’in ticaret yapıp nasıl okuma yazma bilmediği sorgulanıyordu. Yazının icadı, zaten ticarete yardımcı olması içindi. Aldığım darbeden dolayı dine karşı çok zayıf bakıyordum, zaman geçtikçe araştırdıklarımla beraber inancım daha da çok zayıfladı. Senelerce doğru diye kabul ettiğim doğrularım bana tokat atıyordu. En sona başörtüsünü bıraktım. Yaşadığım yenilgiyi kabul ettikten sonra hazırlanıp öyle yapmalıydım. Zaten öylesine takıyordum. Pantolonluydum, işim gereği makyaj yapıyordum. Hiçbir anlamı yoktu artık. Ne akla ne de kadın ruhuna uyan bir şeydi. Buna rağmen kadını yaratan Allah, onun örtünmesini istemiş ve dişiliğe dair ne varsa yok etmesini emretmişti.
Kapalı halimle son olarak kalbimde kalan inanç kırıntıları ile istediğim bölüm için dua ettim. 2. tercihte son 2 kontenjanla istediğim bölüme girdim. Okula başlayınca artık başörtümden nefret ediyordum. Herkes bir şeyler diyecekti ama umurumda değildi. Bir arkadaşım endişelerimden dolayı bunu kimsenin beni tanımadığı bir yerde denememi söylemişti. Öyle yaptım. Taksim meydanına çocukluğumu, ergenliğimi, ilk hayat tecrübelerimi geçirdiğim ve binlerce anlam yüklediğim başörtüm olmadan çıkmıştım. Hiçbir suçluluk duygusu yaşamadım, hatta neden bu kadar geciktirdim diye kendime kızdım. Aileme 1 hafta sonra söyledim, ailem ile akrabalarım buna da söylendiler. O kadar yıl başörtülü sofu olup neden şimdi açılıyormuşum? Neyse ki abimle kardeşim beni destekledi. Sağ olsunlar. Okulda ise enteresan tepkiler aldım. Biri “Umarım bunda karar kılarsın” demişti, biri de fikrini sormamama rağmen “Başörtüsü bana çok saçma geliyor ama madem açılacaktın, neden kapalıydın?” demişti. Bunlar beni kırmıştı. İnsanların yaşadıklarımı önemsemeden hayatım ve tercihlerim hakkında küstahça konuşabilmesi rezalet bir şeydi! Benim örtünme ve açılma sebeplerim birbirinden farklı olsa da 2 durumun alt metninde kendi mutluluğumu ararken gösterdiğim çaba vardı. Bu, mutluluğu başka yerlerde aramanın hezimetiydi.
Şu anda açılmamın üzerinden 3 yıl geçti. Hayata dair nefretim bitti. İçimdeki eksiklikleri kendimle yeterince yalnız kalarak hallettim. Hem okuyorum hem çalışıyorum. Sevdiğim işi yapıyorum. Kimseye ve hiçbir şeye körü körüne bağlı değilim. Herkes gitti ama ailem, en yakın arkadaşım hâlâ yanımda… Kıyafetlerimiz ve düşüncelerimiz ne kadar farklı olsa da birbirimizi seviyoruz. Hikâyemden çıkarabileceğim en güzel sonuç ise mutluluğumun yönünü kendime çevirmiş olmamdı. Verdiğim kayıplara, düştüğüm yanılgılara, duyduğum yersiz eleştirilere takılmaya devam etseydim o bataklıktan asla çıkamazdım. Ben başörtüsünü bir özentilik ile herhangi bir şey uğruna örtüp sorgulamaya bile gerek duymamış ve ergenlik psikolojisiyle ona saplantıyla bağlanmıştım, aynı şekilde dinime de. Ta ki hayatın gerçekleri bana dokununca zor da olsa yenilgiyi kabul etmek zorunda kaldım. Hatalarımı ve tercih sebeplerimi kabullendim. Önemli şeylerin ne zaman olduğu değil, nasıl olduğu önemli. En sonunda kendimi gerçekleştirebildim. Bu hikâyeyi okuyan sen; belki hikâyemiz aynı değil, belki birbirimizi asla anlamayacağız ama aynı yoldayız ve birbirimizin destekçisiyiz. O yüzden her ne yaşıyorsan yaşa, mutluluğun yönünü kendine çevir. Koşullarını ve tercihlerini kabullen. Mutluluk eninde sonunda seni bulacaktır. Asla pes etme…
(Görsel: Paul Beel)