Bu geç kalınmış bir zafer mektubu.
Ben Göksel, 20 yaşında bir üniversite öğrencisiyim. Hikayem, birçoğunuzun hikayesinden çok daha hafif, çok daha şanslı. Fakat hislerimiz ortak. Ben 11 yaşında kapandım. Ailem bana hiçbir zaman “Kapan” demedi, ama kapanmanın benim için en hayırlı ve kaçınılmaz bir yol olduğunu süslü cümlelerle işlediler beynime.
Unutamadığım ilk darbemi 5. sınıfta aldım. Sınıfta bir bit salgını vardı ve ben de bitlenmiştim. Annem, banyoda söylenerek saçlarımı yıkarken, “Kapalı olsaydın başına gelmezdi bu olay, belki de kapanman için bir işaret bu,” demişti. Çocuktum, annem haklıydı belki de bu bir işaretti. 35 kişilik sınıfımda sıra arkadaşımın bitlenmiş olması yüzünden değildi, kesinlikle bir işaretti.
Bu işaretlerin ardı arkası kesilmedi. Dostlarım, tüm evren bir olup benim kapanmam için işaretler yolluyordu yeryüzüne. Her zaman kısıtlandım, bunu hissettirmeden yapmaya çalıştılar ama fayda etmedi, şimdi hepsini birer birer hatırlıyorum.
Bir tarikata bağlı kreşe gittim 2.5 yıl boyunca. Gittiğim kreşte oyunlar oynamıyorduk, resimler çizmiyorduk. Yaptığımız tek şey dini aktivitelerdi. Her gün sureler ezberliyorduk, ne ezberliyoruz ne okuyoruz bilmiyorduk, sadece söylenenleri yapıyorduk. Hiç unutamıyorum, bir gün tarikata bağlı anaokuluma Kabe maketi getirip bizi etrafında döndürmüşlerdi dakikalarca. Ne yaptığımız hakkında en ufak bir fikrim yoktu, sadece dönüyorduk. Bu dini aktiviteler beni o kadar etkiliyordu ki psikolojimi bozmaya başlamıştı.
Her gün nelerin haram nelerin helal olduğunu öğreniyorduk. Ve fark ediyordum ki birçok şey haramdı. Bir gün evdeyken içimden domuz dediğim için ağlamaya başladım. Annemler bile endişelendi ve beni anaokulundan almak yerine bir doktora götürdüler. Şimdi o kadar komik geliyor ki bu anı. Gitgide tam istenilen bir profile bürünüyordum, ben bu yolda ilerledikçe ailem beni takdir ediyor, daha çok seviyordu, hissedebiliyordum.
İlkokula başladım, her şey çok güzeldi, çalışkandım, zekiydim ve en önemlisi edepliydim. Erkeklerle asla konuşmuyordum, okul eteği kısa olduğu için pantolon giyiyordum. Akşamları tarikata bağlı bir hocanın evine Kuran kursuna gidiyordum. Sınıfımdaki erkek yaşıtlarımla konuşmam uygunsuzdu, ama her akşam 45 yaşındaki bir adamın evine gitmem gayet normaldi ailem için. O 45 yaşındaki hoca tarafından tacize uğradığımı ben çok ama çok sonra fark ettim. Ama o zaman anlayamıyordum, beni sevdiğini takdir ettiğini sanıyordum. Kuran’ı çok hızlı bir şekilde öğrendiğim için o hocadan kurtuldum.
Bir gün sınıfa bir kız oje getirmiş ve herkese tek tek sürüyordu, bana da sürdü, sadece bir parmağıma. Çıkışta annem gördü parmağımı ve her şeyin böyle başlayacağını eğer şimdi akıllanıp pişman olmazsam devam edeceğim bahanesiyle dövmüştü beni. Annemden yediğim ilk ve son dayaktı, tek parmağımdaki oje için. Dersimi aldım ve aklımı başıma topladım.
Her şey aynen bu şekilde devam ediyordu, ailemin çizdiği bir profil, uyum sağlamaya çalışan ben. Her şey net ve açıktı. 10 yaşındayken bayram için köye gidiyorduk, yakası açık bir tişört giymiştim. Yoldayken termosumda demlediğim çay göğsüme döküldü ve fena şekilde yanmıştım. Ama hayır, tabii ki bu da bir işaretti. Annem, “Sıcak çay bile bedenini yakarken bu kadar acı veriyorsa bir de cehennem ateşini düşün,” dedi. Yine haklıydı, sonsuza kadar yanmak… Dehşet vericiydi. Ertesi gün gittik ve bana bir şal aldık.
Suyun bulanmaya başladığı ilk zaman 13 yaşındaydım. Bi çocuğa aşık olmuştum. Çok seviyordum, okul çıkışları onun yüzünü görebilmek için bekliyordum, yüzünü görebilmek bile benim için yeterliydi. Öylesine masum, öylesine çocukça bir aşk. Ve ona mektup yazdım, yazdığım mektubu annem buldu, babama gösterdi. Yediğim ilk ve son dayaktı, ilk aşkım uğruna… Ama… Ben bir şey yapmamıştım ki bunu hak edecek bir şey yapmamıştım.
Daha fazla uzatmayacağım dostlarım, hikayenin nasıl devam edeceğini, neler olacağını siz benden daha iyi biliyorsunuz zaten. Çoğunuzun yaşadığı şeyler yanında benimki bir hiç kalır, zaten farkındayım. Ama bu sadece açılıp kapanma kadar basit bir düzeye indirilebilecek bir konu değil. Bu bir hırsızlık, bu bir cinayet, kimimizin çok daha ağır koşullar altında yaşadığı, kimimizin daha acısız atlattığı bir insanlık suçu bu. Çocukluğumuzu, oyunlarımızı, gülüşlerimizi, aşklarımızı, hayatımızı çaldılar, yok ettiler. En güzel zamanlarımızı aldılar bizden.
O bitlendiği için saçlarından suçluluk duyan kız çocuğu bugün agnostik, biseksüel, özgür bir üniversite öğrencisi. Öyle yıkanmıştı ki beynim, bugün olduğum kişiyi fark etmem yıllarımı aldı. İyilik evrenseldi, cennete gitmek için kazanılan bir skor değildi. İyi bir insan olmanın yüzyıllar boyu aynı Arap yarım adasına gönderilen binlerce peygamberi olan bir dine bağlı olmadığımı anlamam yıllarımı aldı. Aşk doğaldı, birbirini seven iki insanın seviştiği için ebedi cehennem azabını hak etmediğini anlamak yıllarımı aldı. Sadece İslam’ın değil, yeryüzündeki bütün dinlerin insanların kendi menfaatlerine göre yazıp çizdiği bir uydurma olduğunu anlamam yıllarımı aldı.
Evet, ben iyi bir insanım. Arkadaşlarımla bira içerken de, sevdiğim kızı öperken de, saçlarımı rüzgarda uçuşturduğumda da… Evet, geri getirilemeyecek zamanlar, mekanlar, insanlar var, ama biz nefes aldığımız sürece umut da var. Belki şu an bir çıkmazdasın, belki odanda bir hapis hayatı yaşıyorsun, belki boğazlamak istediğin adamın soyadını taşıyorsun, belki hayatına son vermek istiyorsun. Sana düzelecek, kurtulacaksın, her şey çok güzel olacak diyemem belki, ama lütfen yaşamaktan vazgeçme, umut etmekten vazgeçme. Bu yaşına kadar çektiğin acıların meyvesini görmeden, bir an için bile özgür hissedemeden veda etme bu dünyaya. Ve unutma, yalnız değilsin.