Merhaba sevgili Yalnız Yürümeyeceksin ailesi. Buraya yıllar sonra bugün okumak değil, yazmak için geldim. İçimi dökmek istedim ilk defa. Nefret ederim oysa, ne gerek var içini dökmeye? Rahat bırak içindeki zehri, daha seni öldürecek o zehir. Rahat bırak.
Bu platformun ilk günlerinden beri yakın takipçisiyim. Sayesinde çok kişiyle tanıştım, birbirimize yalnız yürümediğimizi fısıldadık. Bu mektubu okuyanlardan beni tanıyanlar çıkar belki. Hepinize, bütün Yalnız Yürümeyeceksin kadınlarına seslenerek başlamak istiyorum. Bana gecelerce ve acı dolu her saniyede yalnız yürümediğimi hatırlattığınız için teşekkür ederim. Sizleri ve mücadelenizi çok seviyorum. Bitmek bilmeyen inadınız ve umudunuzla yaşamaya devam edin, olur mu? Bir gün de benim için yaşamayı unutmayın, iyi ki varsınız.
Saat kaç, bilmiyorum; artık zaman benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Ben sadece parça parça hayatta kalıyorum. Yıllarımı ve umutlarımı, yağmurlu bir günde bir odaya hapsettim. Onları merak etmiyorum, tıpkı benim gibi başlarının çaresine tek başlarına baksınlar.
Yıllar önce, artık hafızamdan silmek için hiçbir çaba sarf etmediğim kabuslar yaşattılar. Hangi birinden başlayayım? Boğuk bir odada, kapalı kapı ve bordo perdeler arkasında altı yaşında bir kız çocuğu bıraktım mesela. Çaresizdi, korkuyordu. Kendini dışarı attığında çok yağmur yağıyordu. Gökyüzü o gün, o kız çocuğuna ağladı. Göğe baktı çocuk, canı cayır cayır yanıyordu.
“Durma, canım cayır, cayır yanıyor
Söndür yalvarırım
Durma, n’olur durma
Durma yağmur durma.”
Sonra baktı etrafına, ne yapacaktı şimdi? Evine gitti, önce o çok sevdiği kıyafetlerini çıkarıp attı bir kenara. Düşündü, düşündü, saatlerce düşündü. Sonra gece oldu, sobanın yanına serilmiş yatağında eşlik etti karanlığa. Karanlıklar artık peşini bırakmayacaktı. O gece ilk defa, herkesten önce selamladı güneşi. Hiç uyumadan beklemişti gelmesini. Bundan sonra yıllarca her gece bekleyecekti güneşi. Güneş de doğacaktı, evet, ama küçük kız çocuğu hep karanlık içinde kalacaktı. Bunu o gün anlamıştı.
Yıllar, sanki o kız çocuğunu ezercesine geçti. Şimdi o kız çocuğunu karşıma almak isterdim, ona bir şeyler fısıldamak isterdim. Artık çok geç, öyle değil mi? Sırtımı dayadığım bütün duvarlar arkamdan kaydı gitti. Ben de artık hiçbir şeye tutunmaya çalışmıyorum, gerek yok. Kafamda ve içimde bir cehennem taşıyarak cehennemin ortasında öylece duruyorum.
Yıllar önce, yağmur altında bıraktığım kız çocuğuna ve pencere önünde güneşin doğuşunu bekleyen kız çocuğuna sırtımı döndüm. Onları içimde öldürmek istedim çünkü. Ah, kafamın içi hiç susmuyor. Ne olurdu sanki, beni yiyen o kadın sadece bugün, sadece şu an beni rahat bıraksaydı da şu satırları yazsaydım. Evet, bahsetmedim, değil mi? Ben içimde bir de kadın taşıyorum, beni yiyor. Ben de buyum işte, kafasının içindeki milyonlarca sesle yaşayan, her saniyesi sancı dolu geçen, halüsinasyonlarla ve gözyaşları ile hayatta parça parça kalan biri. Ezilmişliğin, körelmişliğin acısı ile oturuyorum şu an öylece. Birazdan kalkarım, bir iki tane ilaç içer ve güneşi beklerim. Biliyor musunuz, ben silindim artık. Yitirdim kendimi bu dünyadan.
(Görsel: Bela Kontuly)