Baskı; zamanla içinizde bir yerde, siz hiç fark etmeseniz de kocaman, sessiz belki de bu yüzden kendinize karşı, ailenize karşı, din alanınıza bu kadar rahat girebilen, Tanrı’ya olan inanç şeklinize bile dahil olan, olmak isteyen herkese karşı tehlikeli bir öfkeye sebep olur. Kalkarım, kalkmam için birkaç uyarı alırım. Yüzüm, kollarım, ayaklarım… Zihnim yorgun, iyi yıkadım mı emin değilim. Başörtümü taktım, namazımı kılıyorum işte şimdi, yorgunluğumun sebebini arıyorum. Orada olmaktan mutsuz değilim diyorum, kendime yalan söylemiyorum. Soluma dönüyorum son selamımı veriyorum, başörtüsünü çıkarıyorum. Şimdi kapı açılacak. Annem herhalde, kontrol etmek için… Yeni doğan güneşe bakıyorum, adını bilmediğim kuş cıvıltılarını dinliyorum. Hayatta küçücük bir noktayım, işte bu kadar alanım var ve orada yalnız, özgür kalmak istiyorum.
18 yaşına basana kadar hayatım hafızlık da dahil olmak üzere zaman zaman ağır ve yorucu olan bir dini eğitimle geçti. Bu eğitimin beni daha donanımlı bir insan yaptığına inandım ve bunu beraberinde getirdiği tebliğ sorumluluğu, emr-i bil maruf adı altında yapılan yoğun baskıya rağmen hiçbir zaman keşkem olarak görmedim. Şimdi,20 yaşında anlıyorum ve inanıyorum ki din bir öğretiler, kurallar bütününden çok bir bağ ve o bazen tutunduğum bir ip olup çıkıveriyor. Bazen o ip eleştirilmez, sarsılmaz nüfuzuyla elimi, ağzımı bağlıyor. Aynı şeyin farklı gözlere bambaşka gelmesi gibi, kimi ona bakıp derin kuyusundan çıkaracak bir yardım eli görürken, kimi içinse intihar halatından başka bir anlama gelmiyor. Ben kimilerinden biri değildim, ama bu çizgide nerede durursam durayım konumumu kanıtlamaya çalışmam gerektiğini hissettiren kim varsa kocaman ama buruk bir nefret büyüttüm.
Yürüdüm, yürüdüm. İstanbul’un dar sokaklarında ne düşünüp ne düşünmediğimi, ne olup ne olmadığımı… Belki milyon defa zihnimde sevdiklerime açıklarken, taranmış toplanmış saçlarımla, hayatımda o ipin varlığını kabul ederek yürüdüm.
Sonbaharda belki sadece taranmış olurlar.