Merhaba, buraya daha önce yazmıştım. Çoğunuza göre daha farklı bir ailem vardı. Hani sinir hastası dedem ve üstünden kırk küsür sene geçmesine rağmen halamın kaçarak evlenmesini atlatamamış babaannem. Travması öyle büyük ki daha 13-14 yaşlarındayken, yaptığı imaları anlayamazken bile beni çok adi sıfatlara sığdırıyordu. Kendi travmasına karşılık bana 4 yaşımdan 21 yaşıma kadar onlarca travmayı hediye etti. Ancak son birkaç yıldır depresyon hapları kullanıyor da eskisi gibi küçücük bir şeyden şüphelenip aklında yüzlerce Yeşilçam senaryosu kurmuyor. Daha önce kullanmamasının en masum yıllarıma rastlamasının bedelini ise kimse ödemeyecek.
Hiç unutamadım: En fazla 13 yaşındaydım ve Ramazan ayıydı, babaannem her yıl olduğu gibi evimizin dibindeki camiye gidiyordu. Trajikomik biçimde caminin 4-5 blok ilerisinde renkli ışıkları balkonumuzun tam karşısından gözüken türkü bar tarzı bir mekan vardı. Ben ise balkonda çevreyi izliyordum, hocanın vaazı yakınlık sebebiyle bizim evden çıkıyormuşçasına net duyuluyordu. O yıllar çok inançlıydım, çok dua ederdim ya da her çocuk gibi çevremi kopyalıyordum belki de.
Ramazan ayı, duyulan vaaz derken şevke gelip dua etmeye başlamıştım. Açtığım ellerim göğüs hizamdaydı, varlığına gittiğim kuran kurslarında pet bardaktaki suya şeker karıştırılarak iyice kanıksattırıldığım. Tanrı’dan balkonda oturmak için yaptığımız daracık sedir bozması yeri gösterip cennetinde sadece orası kadar bir yer için yalvarıyordum. İz bırakan bir anı olduğu için muhtemel üstümdeki bluzun rengi ve desenine kadar detayları halen daha çok taze.
Babaannem arkamda bir anda belirdi. İrkilsem de çattığı kaşları, yüzündeki her kırışıklığın hesap sorar görüntüsü sitem etmeme izin vermedi. “Karşıdaki adamlara mı el sallıyorsun sen? Birini mi çağıracaksın evin önüne? Dedeni, Amcanı katil mi edeceksin?” Soru sormuyordu, hesap soruyordu. Çok fazla afallamıştım ağlamamı bile suçluluktan zannederken kendimi açıklamayı hiç düşünmedim bile. Çocuk yaşıma rağmen öyle güzel kondurmuş, yakıştırmıştı ki bana tüm o şeyler ayakta ellerimi fazlaca havaya kaldırarak ettiğim duam karşıdaki türkü bar kanıtlar için yeterliydi. Böyle ikna olmuş birini normalde de hakkını aramaktan öte duran, hep bastırıldığı için ağlamadan derdini anlatamayan ben elbette ki bu kanıdan caydıramazdım.
Çok korkmuştum, ağlıyordum. Babaanneme göre ise suçumdan dolayı mahcuptum. Zaman ve mekan gerçekten bir çocuğa hiç bilmediği iftirayı atmak için uygun muydu? Çok düşündüm. Tekrar tekrar düşündükçe içime daha da oturdu özellikle de dindar olmamı, dindarlığımı, dua edişimi onaylayan, teşvik edenin ta kendisi olmasıyla daha da kinlendim. Çok şey yaşamama rağmen oralarda ve gözetiyorsa hayatımda sadece yaşattığı iki şeyin cezasını çeksin istedim biri bu, halen de öyle. Şimdi gitsem hesabını sorsam hatırlamaz biliyorum ama en kötüsü onun iki gün sonrası unuttuğu sözlerinin, eylemlerinin belki de tüm ömrüm boyunca bana yük olacağı ve bunu da bilip anlamayacak, inkar edecek olması. 16 yaşımda olması gerek ilk telefonun olduğunda ekranda bornozlu üç adam gördüğünde de aynı mimikleri vardı suratında, hiçbir şey söylemedi, dedem sırtı dönük tv izliyordu. Hiddetlendi ve başka odaya gitti. Bu iftiralarının, şüphelerini üstüme ilk kustuğu o balkonda kendimi açıklayacak gücüm olsa o gün haklılığımla öfkelenip açıklamamı yapabilirdim belki. Fakat yine olmadı, ağladım, özür diledim niye dilediğimi bilemeden.
Aramızdaki kuşak farkı, teknolojiye ve sosyal medyaya olan bilgisizliklerini görmezden gelip izlediğime izleyeceğime bin pişman olduğum bilmem kaç bin tl ile bir gün başlıklı aptal youtube videosunu, ekrandaki youtuberların havuzdan çıktıkları için bornozlu olduğunu kirli düşünceye aç bir zihniyete nasıl izah edebilirdim ki? Bugün bile yapamam hatırlıyorsa babaannem için gördükleri daha doğrusu gördüğünü sandığı gerçeğin aynasıydı, bugün bile öyle olabilir. Açıklasam yalan söylüyorsun da diyebilir, zaten bu da yaşanmıştı yanılmıyorsam.
Böyle böyle beni sebepsiz özür dileyişlerime alıştırdı. Kendisi de ahlaksızlığımı dedeme söylemeyen affedici, merhametli bir mümine oldu. Ne olursa olsun telefondan bir şeye bakarken hep saklamak zorunda kaldım, basit komik bir paylaşıma gülüyorsam sevgilim vardı mesela, telefonumdan bir bildirim geliyorsa da aynı şekilde bir saptayış oluyordu. Hayatımdaki en küçük şeyleri bile nasıl etkilediğini yeni yeni çözümlüyorum, neredeyse haftada bir ağlama krizine giriyorum, babaanneme tavır alıyorum ve o masumca kendi zannınca sebepsiz tavrıma üzülüyor, içerleniyor. Yakın çevreye kötü evlat profili oluyorum. Telefonda biriyle konuşmaktan bugün bile gerilir hemen kısa keserim, tüm bildirimlerim kapalıdır, klavye sesime kadar telefonum hep sessizdedir. Nedenini kimseye açıklayamam geçiştiririm.
Diğer türlüsü öyle korkutmuş ki bu seferde ahlaksızlığımı bu şekilde sakladığıma dair oluşan inancını da görmezden gelirim. Ortaokul, lise dershane nerede olursa olsun bir erkekle konuşmaktan hep kaçındım yaşadıklarım erkekleri tamamen tabu haline getirmişti. Bu fazla göze çarpan uzak duruş zamanla beni tuhaf yaptı ama önemsemedim çünkü diğer kızların erkeklerle aynı sırada oturmayı sorun etmemesi birlikte sohbet edip oyun oynaması ve bundan çok normalmiş(!) gibi söz etmeleri beynime asıl tuhaf olan olarak yerleştirilmişti. Ne sevgili ne arkadaş olarak bir erkekle yakınlığım olmadı. Cinsel kimliğimi sorguladım erkeklerden hoşlanıyorum ama keşke hoşlanmasaydım diyordum tabii diğer türlüsü de ayrı ahlaksızlıktı çevreme göre.
Lisede imamhatipe oradan da kız meslek lisesine geçince karma bir arkadaş ortamına sahip olup korkumu yenemedim. Bu sene dershanede o karma ortama dahil oldum. Anksiyetik bir tip olmam yetmiyormuş gibi bu alışık olmadığım ortam daha da gerdi beni. Hiçbiriyle selam vermekten öteye gidemesem de olumlu açıdan değerlendirip üniversite hayatımda bu sosyal ayrışmışlığımı bitirmeyi umuyorum. Biliyorum çok kafa ütüledim ama bu düğümler halen boğazımda, boğazımdan sökülene kadar ancak parmaklarıma savuşturabilirim. Yine bana birebir kuran dersi veren- ( camii içinde ve babannem 1 adım ötemizdeyken daha doğrusu) kısa bir diyaloğu anlatmak istiyorum.
Elifba kitabından hocanın eliyle işaret ettiği harflere göre ses çıkarmaya çalışıyordum. Babannem yanımdaydı ama karşımdaki sırf camii hocası diye güven duymam gereken yabancı bir adam vardı, o zamanlar buna utangaçlık diyebilirim sanırım. Babannem baktı olmayacak açıklama gereği duydu evde hepsini doğru yapıyor ama sizden utandı diyor. Hoca da keşke hep böyle utansa hep böyle edepli kalsa diyor. Babaannem çok mutlu tabii bir de daha önce hiç bu açıdan düşünmemiş olacak ki hoca dumur eden olağanüstü bir şey söylemişcesine hem benimle gurur duyuyor hem de düşüncelere dalıyor.
O günden sonra ne zaman adına utangaç sıfatı yapıştırılmış sosyal anksiyetem ortaya çıktığında o konuşmayı yani ekslikliğimi, sorunumu, hastalığımı ballandıra ballandıra ortamdakilere anlatıp içten içe daha da rahatsız ve aşağılanmış beni övüyor tabii kendince.
İnandıkları din kadının tamamen görünmez olmasını, yok hükmünde ikinci sınıf insan konumunda yaşayıp gitmesini, olması gereken kılıp bu şekilde ötelenmeyi, kabul eden, benimseyen daha nasıl fikrimi, var oluşumu hükümsüz yaparım diye ancak burkası içinden düşünen kadın profilini ise överken, arkadaş edinmemi de engelleyen bu duruma ortamdaki sohbetçi kadınlardan hemencecik tebrikler geliyor ve bir güzel dine bağlanılıyor “Maşallah edepli yavrum hep böyle kal sen.” Sonra herkesten bir amin sahte gülüşümle tırnak etlerimi yoluyorum ve aynı senaryoya birçok kez maruz bırakılıyorum.
Bazen düşünüyorum da tarafsız biri hayatımı tam anlamıyla çözümlese ve ona kötü veya yetersiz kalmış her özelliğimin baş sorumlusunun ailem olduğunu söylesem; absürt bulmaz hatta aynısını söyler gibi geliyor.