Bir elin beş parmağı bile bir değilken bir ailede hiç açık kadın olmamasının sebebini, sürecini düşünmek beni sorgulattı.

Sözlerime küçük bir anı ile başlamak istiyorum. Umarım beni sabırla okursunuz çünkü detaylı anlatırsam anlaşılırmışım ve benim gibilerin sesi olurmuşum gibi…

Otobüsteyim, yanı başımda duran yaklaşık 60 kişinin sesleri bir şelalenin arkasından geliyor gibi ya da bir şelale sesleri takip ediyor, emin değilim. Pim Stones dinliyorum tek kulaklıkla. Üzerimde ayağıma kadar gelen beyaz montum var. Gardiyan şal, mahkûm saçlara izin çıkarmış olmalı ki birkaç tanesi yanaklarımla buluşmuş, hasret gideriyorlar. İnsanlar bu perişan vaziyetteki hâlimi görmesin diye mi yoksa ben kimseyi görmek istemediğim için midir bilinmez ama kapüşonumu da kafamdan gözlerime kadar çekiyorum. İşte şimdi gerçek bir yürüyen kefenim. Otobüsün ortasındaki ikili kapının oradayım. Şoför bizi fırının önündeki duraktan köşe yokuşundaki durağa götürüyor.

Başım dönüyor, arkamdan söylenme sesleri geliyor, bense düşmemek adına zınk gibi kapı kolunu tutuyorum. Kapının açılıp yana savrulmamı sağlamasıyla teyzenin birinin bana omzuyla çarparak inip bağırarak “Deli midir nedir, kapının önünde durmuş, kimsenin inmesine de izin vermiyor.” demesi bir oluyor. Kapının sağ tarafında oturan kahverengi montlu züppe ablayla göz göze geliyoruz, agresif bir şekilde gözlerini kısıp dışarı bakıyor, belki de göz egzersizi yapıyordur deyip kendimi rahatlatmaya çalışıyorum. Şoför o sırada kapıları kapatmış ve biz caminin köşesine yaklaşmışız. Artık sadece başım dönmüyor, midem de bulanıyor ve muhtemelen gözlerim doluyor. Sanki Yeşilçam filmlerindeki kalabalık grubun oradan oraya savuşturduğu o çaresiz kadınmışım hissi ayaklarımdaki son derman damlacıklarını da tüketiyor. Neyse ki eve son bir durak kaldı. Aradan geçen 3-4 dakikayı anlatmaya gerek yok, eve geldim; işte hepsi bu.

Kapıyı açmamla az önceki uyuşuk tavırlarıma veda ediyorum ve hıphızlı bir şekilde kendimi yatağıma atıyorum. Eğer birkaç dakika daha ayakta kalsaydım muhtemelen belediyenin kaldırımlara yığdığı bir kar tepesine devrilirdim diye düşünüyorum. Bunları neden anlatıyorum? Çünkü başka insanlar sadece ayakta kulaklıkla umarsız bir şekilde duran o başından ayak ucuna kadar örtülü o asi gencin(!) etrafındaki insanlara garip bakışlarını ve yine o asi gencin hiçbir kurala uymayıp birkaç teyzeyi çileden çıkarmasını gördü. Oysa kendimde değilim. Kimdeyim, neredeyim; bilmiyorum. İnsanların dışarıdaki dünyaya bakmam için uygun gördüğü o kapkaranlık pencereyi ben seçmedim. İç çaresizliğim doruklarda. Artık ne kızgınım ne de üzgünüm. Yorgunum ve geç kalmışım. Yorgunum çünkü milyarlarca saat yaşadıklarımı anlatsam beni bu mavi gezegende kimseler anlayamazmış hissindeyim. Geç kalmışım. Belki 20 yaşındayım; evet, belki hayat bazılarına yeni başlıyordur ama o umut dolu yolun yolcusu ne yazık ki ben değilim.

Şimdi size nereden neyi nasıl anlatsam, bilmiyorum ama belki de Enes Kara’yı herkes az çok duymuştur ya; oradan başlayayım. Ben köklü bir cemaat ailesinin içine doğdum. Tıpkı Enes gibi ömrüm her zerreme o sayıklamalarını işleyen abi ve ablalarla geçti. Ki o ablalara da gerek yok. Eğer birkaç aile yanyana dedemin evinde toplanıldıysa hemen biri “Hadi bir yarım saat ders yapalım” diye atlar. Sanki bir cemaat evindeymişiz edasıyla diğer odada oyun oynayan kuzenler hızlı bir şekilde ders yapılan odaya getirilir ve sessizce yere oturulması söylenir. 1 yaşındaki çocuk da vardır o zorla dinlettirilen dini derste, 20 yaşında çocuk kalmış da… Yani bizim dini öğretiler için herhangi bir yere gitmemize gerek yoktur; evler, minik cemaat yuvalarıdır. Üç dayım hafızdır, hafızların ikisi de imamdır. Bir dayımsa Kur’an kursundan delirip gelmiştir. Şaka yapmıyorum, bu bir ironi de değil. Kimse ne yaşadığını bilmese de ben kafamda bazı teoriler kuruyorum ve bunları sindirmekte çokça zorluk çekiyorum. Küçükken o kadar zeki ve bilmiş bir çocukmuş ki “Bu çocuk çok büyük adam olacak” derlermiş. Koca adam oldu dayım ama içi çocuk kaldı… Şimdi sadece ara ara yanımıza gelir, bizi alnımızdan öper, “Bana dua edin.” der ve gider. Dönüp ona diyemem ki, “Dayı, seni bu hâle getiren şeyden medet umma…”. Ben de kırık bir gülümseme ile “Ederim dayı” derim… Etmem. Anne tarafım tek tiptir.

Baba tarafım ise daha karmaşık ve karanlık. Halam çarşaflı klasik bir kadındır. Onun kocası ise ‘şeyh’tir. Yok yok, yanlış anlamadınız. Eniştem uzun cübbeli, şalvarlı, sarıkla dolaşan, hayatım boyunca benimle tek kelime konuşmayan, binlerce müridi olan, dayılarımın ve anne tarafımın da çok saygı gösterdiği biridir. Kızları ve benim kuzenim olan kişi 18 yaşında kendi isteği ile çarşafa girmiştir. Bunu bana yüzünde gülücüklerle anlatıyordu, “Babamın o yüzündeki tebessüme değerdi.” diye… Muhtemelen eniştemin kardeşleri halamın sesini hiç duymamıştı… Çünkü edep ya hu… Ya sesimizden tahrik olursa, öyle değil mi… Babamın diğer kardeşleri daha normaldir. Yani normalden kastım, en azından kimse bir şeyh ya da şeyh eşi değildir. Klasik siyah feraceli tiplerdir. Bunun yanı sıra, anneannem ve babaannem çarşaflı ve dedelerim takkeli idi. Hepsi o çok sevdikleri ahiretlerine kavuştu. Anneannem kaldı geriye.

Şu ana kadar az çok aile profilini anlatmış bulunmaktayım. Gelelim kendi çekirdek aileme… Annem; siyah feraceli, dinine sıkı sıkı bağlı, hayatı boyunca bir kez bile eline dizi izlemek için kumanda almamış, bir kez bile müzik dinlediğini görmediğim dominant bir annedir. Babam… Babam hayatımın korkulu rüyasıdır. Böyle deyince şeyh eniştesinden daha korkunç ne olabilir diye düşünüyorsanız onu bana bırakın. Babam dünya hakkında epey bilgisi olan bir insandır. İngilizcesi vardır, yurtdışını defalarca gezip görmüştür. Bu mavi gezegende bu kadar iyi konuşan, bu kadar hitabeti iyi bir adam var mıdır; emin değilim. Seksen bir ilin seksen birini gezmiştir. Her dalda, her konuda, her yerde tanıdığı vardır. Ve inanır mısınız, namaz kılmaz. Kılamaz. Nefsine ağır geldiğini söyler. Ama namaz kılınsın, başörtüsü takılsın, o ferace giyilsin ister. Size hitabeti iyi demiştim, değil mi? Aslında iyi olan hitabeti değil, otoriterliğidir. Hayatımda babama karşı gelebilen bir insan tanımadım. O bahsettiğim şeyh bozuntusu bile yeri geldiğinde babamı dinler çünkü karşısındaki insana göre öyle bir şekil alır ki kiminle konuşsa onun bir uzvuna bürünür. Ömrüm boyunca bir kez bile ağladığına şahit olmadığım bu adam, biri 29 diğeri 25 yaşında olan 2 abimi muma çevirir ve gözlerini kızartana kadar ağlatabilir… Kendisi muhtemelen ileri düzey bir narsistir. Gittiği restoranda da hastanede de özel ilgi ister ve o ilgiyi misliyle alır. Neden çok korkuyorum, işte bu yüzden… Bu adamın fiziksel şiddet eğilimi yok. Bu adamın psikolojik şiddet eğilimi var. Yolda yürürken karşılaştığı insanı bile gülerek demoralize eder, yoluna devam eder ve sen, sana ne yaptığını anlamazsın bile. Kaçsam beni 24 saat geçmeden yakalar. Bakın, 24 saat geçmeden diyorum ama iyimser konuşuyorum. Gittiğimiz, gördüğümüz her dükkân, işyeri, bakkal, şarküteri, gezi yeri ya cemaatindir ya babamın bir arkadaşının…

Neyse, kendime dönmek istiyorum biraz. Bakın, sizi kendimle tanıştırmak isterken bile çevremdeki yüzlerden, seslerden bana sıra gelmedi. Hayatımın küçük bir özeti gibi. Ben kimim, yemin ederim ki bilmiyorum. Ben bayramlarda önce neden erkeklerin yemek yiyip sonra kadınların yediğini anlamlandıramayan o kızım. Ben başka ailelerde olan oturma odası ve misafir odasının bizim ailemizde neden kadın ve erkek odası diye ayrıldığını anlamayan o küçük kızım. Ben küçücük bir kızken annem tarafından kenara çekilip “Eniştelerinin yanında eğilme” denilen o minik kızım. Ben giydiğim siyah ferace yüzünden okulda beden dersine alınmayan, sonra da sınıf arkadaşları tarafından “Şalvar giyersin bir dahakine” denilip kahkahalarla dalga konusu olan o kızım. Oysa ben Jo March severim mesela, kimse bilmez. Ben Pim Stones dinler, bir kayık bulur güneşe yelken açarım. Christopher Nolan filmlerinin detaylarında kaybolurum bazen. Zamanı, evreni, bilumum dünyaları, gezegenleri düşünürüm. Rüyalarımda o hep yazmak istediğim kitapları sinematik bir evrendeymişiz gibi görürüm. Yokmuşum gibi. Dışım benim değil, içime ise yetişemiyorum. İçimdeki kız başka bir ülkenin okyanus kıyısında gezerken dışım erkeklerden uzak durmamızla alakalı nasihatleri dinliyor. İçim cıvıl cıvıl kıyafetlerle oradan oraya koştururken dışım “Kadın dediğin kahkaha atmaz” diyenlere bomboş bakıyor.

Benim bedenimin başka bekçileri olmamalı diye düşündüğümde başladı zaten her şey… “Eniştelerinin yanında eğilme!” cümlesinin ardında yatan sarsıcı gerçek midemi bulandırdı. Bir elin beş parmağı bile bir değilken bir ailede hiç açık kadın olmamasının sebebini, sürecini düşünmek beni sorgulattı. Bir sarhoş kadar olan bilinçsizlikleri ve mutlu suratları beni korkuttu. Bu düzen ve kabulleniş beni isyan ettirdi.

Bu süreçte yalnız değildim ama, biliyor musunuz? Bir kuzenim var. Kendisine Diana diyelim mi… Hah, onunla el eleyiz bu yolda. Ben ne yaşıyorsam o da yaşıyor. Birbirimizi kurtaramıyoruz, orası ayrı konu. Ama dinliyoruz birbirimizi. O bana anlatıyor, ben ona. Ama genelde susuyoruz. Çünkü artık konuşmak, hayal kurmak yoruyor bizi. Bizim bir sloganımız var. Adı, “Bir gün”… O sahilde o rüzgâr saçlara vuracak. Sarhoş olunacak belki de. Tek bekçimiz semanın yıldızları olacak bir gün. Nasıl olacağını bilmesek de soyut duvarları aşacağız.

Bugün o kardeşten öte Diana’mın doğum günü. İyi ki doğdun Diana. Bir gün gelecek ve hissetmeyi, hissettikçe mavi gezegende var olmayı öğreneceğiz. Belki ben ve sen, içimin bol bol ziyaret ettiği bilmediğim okyanus kenarındaki ülkede olacağız. Belki de tek sancım yazacağım kitap olacak. Sokaklarda direneceğiz belki. Bizim gibi olan kadınlar için savaşacağız. Güçlüyüz biz. Aksini şimdilik düşünmeyelim.

(Görsel: Marta Kiss)

Comments (4)

  1. Bence bayağı iyi yazıyorsun yazmaya devam et.

  2. Hem de öyle güçlüsünüz ki! Umarım gönlünüzdeki hayallerinizdeki her şey en kısa zamanda gerçekleşir…

  3. İsimsiz biri

    Biz başaramayacağızda kim başaracak? Hepimiz başaracağız kızlar. Hepimiz bir gün özgür olacağız. Ben inanıyorum siz de inanın.

  4. O kadar güzel yazmışsın ki iki kere okudum. Yazmayı sakın bırakma. Eğer henüz kavuşamadıysan da bir gün hayallerine kavuştuğunda, kavuştuğumuzda, umarım ki bu anıların sana sadece buruk birer ilham kaynağı olarak kalsın. Eminim sloganınızın da dediği gibi bir gün sen de Diana da özgürlüğü iliklerinize kadar hissedeceksiniz, ve yanınızda ben ve burada yalnızlığından sıyrılmaya çalışan yüzlerce kişi de.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir